Eczacıbaşı Fotoğrafçılar Dizisi, Türkiye’nin önemli fotoğraf sanatçılarını ve çalışmalarını retrospektif bir yaklaşımla ele alarak kültür dünyasında iz bırakmaya devam ediyor. Dizinin on beşinci kitabı, Türkiye’de sanayi ve belgesel fotoğrafçılığının öncülerinden Gülnur Sözmen’e ayrıldı.

Kitap, Sözmen’in 1980’li yıllardan bu yana ağır sanayi tesislerinden büyük şantiyelere üretim süreçlerini ve sanayi ortamlarını estetik bir bakışla belgelediği ve Afganistan’dan Azerbaycan’a, Ortadoğu’dan Asya’nın farklı noktalarına savaş sonrası toplumları, üretim süreçlerini ve gündelik yaşamı kendine özgü bir dille anlattığı eserlerine odaklanıyor.

Yaşam Blog için Gülnur Sözmen ile sanayi ve belgesel fotoğrafçılığı ve bu alandaki yolculuğu üzerine, kitabın editörü Orhan Cem Çetin ile de Eczacıbaşı Fotoğrafçılar Dizisi’nin fotoğrafçılık alanına katkısı ve Sözmen’in fotoğraf sanatına etkisi üzerine bir sohbet gerçekleştirdik.

Eczacıbaşı Fotoğrafçılar Dizisi, 60 yıla yakın bir fotoğraf yayıncılığı geleneğini sürdürüyor ve her yıl farklı bir fotoğrafçıyı retrospektif bir bakışla ele alıyor. Bu dizide yer almak sizin için ne anlam ifade ediyor?

Bu soru beni 50 yıl öncesine götürdü ve o yıllardaki “kelebekli” duygularımı hatırlattı. Bir yandan gözlerim doldu, diğer yandan yine o “kelebekleri” hissettim. Şu anda kütüphanemde, 50 yıl öncesinden kalma siyah-beyaz birkaç Eczacıbaşı Fotoğraf Yıllığı duruyor. Hatırladığım kadarıyla o yıllarda yıllıklar, tek bir fotoğrafçıya değil, çeşitli fotoğrafçılardan seçilmiş karelere yer verir, o şekilde basılırdı. Ben de o yıllıklara içim titreyerek bakardım ve “Bir gün ben de burada olabilir miyim?” diye kendime sorardım. O sırada henüz 19 yaşındaydım. Bu nedenle, kelimeler bu duyguyu tam olarak ifade etmeye yetmiyor.

Diğer taraftan, bu 50 yıl içinde ülkenin çok değerli markaları ve alametifarikaları bir bir yok oldu. En çok sevindiğim şey ise, Eczacıbaşı’nın bu erimeye dahil olmadan, üstlendiği bu eşsiz duruşu büyük bir özenle sürdürüyor olmasıdır.

 “Kendime uygun bir savaşı bilmeden kendim yarattım.”

Fotoğrafçılığa başlama hikâyenizi sizden dinleyebilir miyiz? Sizi fotoğrafçı olmaya iten en güçlü motivasyon neydi?

“Sabırsız” ve “meraklı” olmak benim başlıca özelliklerimdir. Çok yorucu özellikler oldukları için pek memnun değilim ama hayatımı şekillendiren temel özelliklerim de bunlar olmuştur.

Ben harfleri tanımadan önce renkleri ve şekilleri tanıdım, çizdim. Hayata resim yaparak başladım ve muhakkak ki hedefim ressam olmaktı. Ama bu sabırsızlık ve her şeyin nasıl ortaya çıktığını anlama merakı beni yavaş yavaş değiştirdi. Sanki fotoğraf sabır gerektirmiyormuş gibi... Hani sonuca daha kolay ulaşılıyor ya, işte tam bu nokta fotoğraf için bir başlangıç oldu.

Resim yaptığım dönemlerde geceleri hiç uyumaz, resmin bir tarafını kafama takar, kalkıp düzeltmeye çalışırken tüm resmi bozardım. Sabırsızlığım yüzünden onun “dinlenmesine” ve “demlenmesine” zaman tanımazdım. İşte fotoğraf çekmek, bu çılgınlığımı başlangıçta biraz törpüledi. Oysaki yol aldığımda bu işin de kutup ayısı sabrı gerektirdiğini öğrenecektim. Sorunuzdaki güçlü motivasyonlardan biri buydu. Diğeri ise “merak” duygusuydu.

“Nasıl oluyor? Nasıl ortaya çıkıyor?” sorusuyla, evin buzlu camlı kapılarında resimli romanları el feneriyle yansıtmaya başlamıştım. Kendimce fotoğraf ve film keşfi yapıyordum ama öyle bir şey yaptığımın farkında olmadan, içgüdüsel olarak sadece merak ederek yapıyordum. Bu soru hâlâ beni çok ilgilendiriyor.

Yükseköğrenime başlarken hem resimden kopmamak hem de fotoğraf eğitimi almak için Tatbiki Güzel Sanatlar Yüksek Okulu’nda (TGSYO) okumak istedim. Grafik bölümü sınavlarına, sadece fotoğraf okuyabilmek için girdim ama aslında bana uygun olan bölüm Dekoratif Resim’di. Yani resim, fresco, mozaik, vitray okumak harika olurdu. Ne var ki o bölümde fotoğraf eğitimi yoktu.

O yıllarda rol modellerim Leonardo da Vinci, Michelangelo ve Gustav Klimt’den Pedro Luis Raota ve Eugene Smith’e kaydı. Bunları kafama sokan da Time Life’ın o dönem yayınlanan siyah-beyaz tabloid boy sayılarıydı. Böylece bu hayallerle fotoğrafa başladım.

İyi fotoğrafçı örnekleri hep belgesel ve savaş disiplinleriyle uğraşanlardı. Ama benim iyi bir fotoğrafçı olabilmem için savaşa gitme ihtimalim yoktu. Kendime uygun bir savaşı, bilmeden kendim yarattım. Bu konuda daha önce verdiğim bir söyleşimden alıntı yapmak isterim: “Tesadüfen gittiğim bir çelik döküm atölyesinde sanki savaşa gitmişim ve onu çok iyi biliyormuşum gibi duygular yaşayarak kendi alanımı fark etmiş oldum, gördüğüm mahşeri savaşın; yaşamla didişmek olduğunu anlamıştım, bu alan; dramatizmi, birbirine bağlı hikayeleri, zorlukları ve ülke gerçekleri, hayal ile gerçek arasındaki bazen şeffaf, bazen de geçirgen perdesi ile beni doğrudan kalbimden vuruyordu, kendimi iyi anladığım ve ifade edebileceğim bu alanın içinde 50 yıl geçti ve ben bu yılların bir anında bile pişman olmadım.”

Fotoğraf alanı Türkiye’de kadınların nispeten daha az görünür olduğu bir alan, özellikle de sizin sahaya girdiğiniz 80’li yıllarda. Yıldız Moran’dan sonra Eczacıbaşı Fotoğrafçılar Dizisi’nde yer alan ikinci kadın sanatçısınız. Sanayi ve belgesel fotoğrafçılığı alanlarında çalışıyorsunuz, zorlu coğrafyalarda çekim yapıyorsunuz. Bu alanlarda çalışmaya nasıl karar verdiniz? Kadın fotoğrafçı olmak sizin için ne ifade ediyor?

Sorunuzun son kısmından başlayayım: “Kadın fotoğrafçı olmak sizin için ne ifade ediyor?” Cevabım net: “Şanssızlık”.

Kadın fotoğrafçı olarak baştan geri başlatılan bir alana adım atmaya mecbur bırakılmaktır. Bu; ülke kültürü ve alışkanlıklarının bizi yaftaladığı alandır. “Kadın fotoğrafçı” ifadesi başlı başına cinsiyetçi bir yaftadır ve bu inanışı pekiştirir. Bizi geriden başlatan her türlü etikete çok ama çok karşıyım. 

Ne demek “kadın fotoğrafçı?”. Yani yaptıklarım, ürettiklerim bir şeye yaramıyor da sırf kadın olduğum için mi başarılıyım? Erkek olsaydım, aynı fotoğrafları çekseydim, sıradan mı olacaktım? “Üstelik de bir kadın” nitelemesi beni sinirlendiriyor. Yani zaten bir şey yapmamam gerekirken, yaptığım için mi kayda geçiyorum? Ben bunları çekim setinde çok yaşıyorum. Bizi sanki mavi bir maymunmuşuz gibi seyrediyorlar. Bu, tipik olarak toplum inanışının bir aynasıdır. 

Bu yüzden 50 yıllık yolumda çok sıkıntılı durumlar yaşadım. Gençken yaşadıklarımı, bir kaynak elektrotu gibi sürekli kıvılcım çakan bir bela yumağı olarak tarif edebilirim.

Ben ve bütün ekibimiz bu konularda oldukça deneyim kazandık. Sete geldiğimizde problemler hemen başlar. Biz de birbirimize bakıp “Başladık, perde açıldı” der ve güleriz. Şimdi artık genç değilim ve sıkıntılarım azaldı çünkü deneyimlerimiz bize yol gösteriyor. 

Bu alanda kadınların az olmasının nedeni, toplumsal baskının bireysel tercihleri etkilemesidir. Bu sadece fotoğrafçılıkta değil, tüm alanlarda geçerli bir durum. Toplum ve aile baskısıyla kadınlara görünmez bir duvar örülür. Bunu göze alan kadın, o duvarı yıkmak için kolları sıvar. Göze alamayan yapamaz. Bu noktada “kadın fotoğrafçı” yerine “cesur kadın” demek daha doğru olur. 

Ülkelerdeki “kadınlara uygun değil” denilen işlerde, bu inancı kabul etmeyen birçok kadın, ne yazık ki bunun bedelini çok ağır ödemiştir. Hayatlarıyla bile... Göze alamamak ise bir korkaklık değildir; sadece bir seçim meselesidir.

Benim yaptığım şey, büyük olasılıkla bu berbat inanışı inkâra uğratmak adına bir başkaldırıdır. Sanayi ve belgesel fotoğrafçılığı, bütün yapıp etmelerimin merkezidir ve onun icap ettiği yerlere, coğrafyalara gitmekten hiç çekinmem.

“Sanayi ve belgesel fotoğrafçılığı, tüm yapıp etmelerimin merkezidir ve onun icap ettiği yerlere, coğrafyalara gitmekten hiç çekinmedim.”

Hem sosyal hem de fiziksel olarak elverişsiz koşullarda çalıştınız, çalışıyorsunuz. Kendinizi bu çekimlere her anlamda nasıl hazırlıyorsunuz?

Deneyimler bizi yönlendirir. Her şeyden önce, ülkemizdeki tüm kadınlar erkek egemen bir toplumda yaşamanın genlere işlemiş davranış biçimlerini bilir. Bu konuda cahil bir davranış asla kabul edilemez ve bedeli çok ağırdır. Bu sadece Türkiye’de değil, tüm Ortadoğu ve Yakın Asya coğrafyasında böyledir. Hazırlık süreci zaten bu farkındalıkla başlar. 

Gidilecek ülkenin coğrafyası, seyahat zamanındaki iklim koşulları, buna uygun kıyafet, ekipman gibi detaylar baştan planlanır. Ülkeye giriş ve çalışma izinleri son derece önemlidir, en ufak bir eksiklik ciddi sıkıntılara yol açabilir. 

Eğer proje bir sanayi tesisindeyse, ayrıca giriş izinleri, çalışma sertifikaları, yüksekte çalışma belgeleri ve hatta bu belgeler için tesiste alınacak kurslar bile önceden planlanır. Aksi takdirde, örneğin Kazakistan veya Azerbaycan’daki yüksek risk içeren, telefon kullanmanın dahi yasak olduğu petrol alanlarına alınmazsınız. 

Bu çalışmalar bazen ocak ayında -40 derecede, bazen de temmuz ayında +60 derecede gerçekleşir. Bu koşullara itiraz etme lüksü yoktur; baştan reddetme seçeneğiniz vardır ama kabul ettiyseniz uygulamak zorundasınızdır. 

Bu koşullarda çalışmak için kendimize ruhsal ve fiziksel olarak çok iyi bakmamız gerektiğini bilir, buna göre hareket ederiz. Çekim sırasında gerçekleşmesi muhtemel kesik, sıyrık, böcek sokması, ayakkabı vurması gibi sorunlara karşı son derece dikkatliyizdir. Bu da tecrübeyle gelişen bir hazırlık hâlidir.

Fotoğraflarınızın çoğunda Homo Faber (alet yapan insan) kavramına sıkça vurgu yapıyorsunuz. Sizce fotoğraf, üretimi belgelemek ve toplumların üretim süreçlerini anlamak ve aktarmak açısından nasıl bir rol oynuyor? 

Sanayi fotoğrafları, üretim sürecinin ve zamanla oluşan tarihinin adeta “storyboard”ları, yani görsel romanlarıdır. Bunlar, günümüzün üretim süreçlerini geleceğe aktarma konusunda başrol oyuncuları, hatta “yıldız”larıdır. 

Bu belgeler, bizlerden çok daha uzun ömürlüdür ve bizim yapabileceğimizden çok daha fazlasını yaparlar. Üretimi, emeği, teknolojiyi, zamanın ruhunu ve dönüşümünü bir arada aktarırlar. Üstelik bunu sadece belgelemekle kalmaz, aynı zamanda estetik bir çerçevede sunarlar. 

Bir üretim süreci yalnızca makinelerden ve mekanikten ibaret değildir. İçinde alın teri, zihin gücü, ekip ruhu, insan emeği vardır. Fotoğraf, bu çok katmanlı yapıyı görünür kılar. Belki de yazıyla anlatamayacağınız kadar yoğun ve karmaşık olan bir üretim sahnesi, tek bir karede tüm anlamıyla hissedilebilir. 

Benim için fotoğraf, hiçbir zaman belgelenmiş bir görüntü değil; zamanın, emeğin ve insanın belleğidir. Homo Faber kavramı da bu noktada üretim yapan insanı merkeze koyan bakış açımın temelini oluşturur. 

Özellikle etkileyici bulduğunuz bir üretim süreci var mı? Hangi tesisleri fotoğraflamak sizin için daha anlamlı oluyor? 

Rafineriler, petrol alanları ve ağır sanayi beni çok ilgilendirir. Özellikle çelik tesisleri beni adeta cennete götürür. 

Bugüne kadar “Çekemedim, içimde kaldı” ya da “Bunu keşke ben çekseydim” dediğiniz bir fotoğraf karesi var mı? Ya da hala peşinde olduğunuz bir görüntü?

“Keşke bunu ben çekseydim.” kıskançlığı taşımıyorum, peşinde olduğum bir görüntü de yok. Görünce çekerim nasılsa. Ancak kaçırdığım için çok hayıflandığım bir görüntü var, son zamanlardan: 

Bir çekim için, ekibimiz yerine ulaşmış ve beni bekliyorlardı. Ben ise uçuş gecikmeleriyle sefil bir hâlde başka bir ülkeden geliyordum. Aksilikler üst üste beni hayli yormuş ve strese sokmuştu. Karayoluyla tesise ulaşmak için beni almaya gelen şoför, yorgunluğumu görünce arkada oturmamı tavsiye etti. Orada uyuya kalıp, elimdeki kamerayı düşürme tehlikesine karşılık, onu güzelce toplayıp çantaya koydum ve olağan bir şekilde kendimden geçtim. 

İçgüdüsel olarak gözümü açtığımda sis basmıştı. Sisin arkasından görünen şehir, sanki havada bir bulutun üzerindeydi. Işıklar muhteşemdi. Kendimi toplayıp “hemen dur” deyinceye kadar otoyolda süratle ilerledik. Geri dönmek için bir çıkış bulup aynı yoldan tekrar geçmek mümkün olmadı. Yana yana buna yanarım.

Orhan Cem Çetin:

“Eczacıbaşı Fotoğrafçılar Dizisi ile fotoğraf yayımcılığı alanında bir gösterge, bir çıta oluşuyor.”

Üç yıldır Eczacıbaşı Fotoğrafçılar Dizisi’nin editörlüğünü üstleniyorsunuz. Bu çalışmanın içinde yer almak nasıl hissettiriyor? Eczacıbaşı Fotoğrafçılar Dizisi’nin ülkemizde fotoğrafçılık alanına nasıl bir katkıda bulunduğunu düşünüyorsunuz? 

Dizinin birçok katmanda önemi olduğunu söylemek mümkün. Ben bu görevi, değerli arkadaşım Merih Akoğul’dan büyük bir kıvançla devraldım. Benden önce seçilmiş isimler ve üzerine benim editörlük dönemimde eklediklerimizle birlikte adeta bir “hall of fame / yıldızlar galerisi” oluşuyor. Yani dizinin sadece başlıkları bile alt alta yazıldığında, Türkiye fotoğrafçılık tarihinde kimlerin öne çıktığını, belirleyici, ilham verici, çığır açıcı olduğunu ortaya konmuş oluyor. 

Kitaplar kapsayıcı olduğundan, her fotoğrafçının külliyatından damıtılmış, onu temsil eden bir seçki; ayrıntılı bir biyografi ve sanatını, yaklaşımını, kişiliğini açan, yorumlayan bir sunuş metni yer alıyor. Bu metinler İngilizce’ye de çevriliyor ve kitaplar iki dilde basılmış oluyor. Bu anlamda dizi, her yıl bir adım daha genişleyen uluslararası bir başvuru kaynağı niteliğinde. 

Türkiye’nin önde gelen grafik tasarımcısı, hocaların hocası, değerli Bülent Erkmen ile çalışıyoruz. Kitap, uluslararası şöhrete ve itibara sahip; yine ülkenin en önde gelen matbaalarından Ofset Yapımevi’nde kusursuz doğrulukta basılıyor. Böylece fotoğraf yayımcılığı alanında bir gösterge, bir çıta oluşuyor. 

Kendiniz de bir fotoğrafçı olmanın yanı sıra, yarım asra yakın süredir fotoğrafçılık eğitimi de veriyorsunuz. Farklı üniversitelerin eğitim kadrolarında da yer aldınız. Dolayısıyla fotoğrafçılık konusuna çok farklı açılardan kafa yoruyor, emek veriyorsunuz. Türkiye’de fotoğrafçılığı nasıl değerlendiriyorsunuz? 

Evet, uzunca bir süredir -önce amatör, sonra profesyonel- hem sanatçı hem eğitmen olarak, hatta sektörel sorumluluklarım da dahil olmak üzere bu alandayım. 

1970’lerden bu yana bizzat tanık oldum ki Türkiye, ne yazık ki teknolojiye yaslanan başka alanlarda olduğu gibi, fotoğraf alanında da dezavantajlı durumda. Geçmişte, 2000’ler öncesinde, analog fotoğrafçılık döneminde siyah-beyaz karanlık oda işlemlerinde kullanılmak üzere şişelenmiş temel kimyasalları üreten birkaç küçük işletme dışında bu alanda hiçbir üretim yapılmamış, herhangi bir ürün geliştirilmemiştir. 

Bırakın objektif, film veya fotoğraf makinesi gibi karmaşık mühendislik ürünlerini; profesyonel kamera çantası ya da üçayak bile bugüne dek üretilmedi, şu anda da üretilmiyor. 

Bir alanda teknoloji üretmiyorsanız, kültür üretmeniz de zorlaşıyor. Akademide ilk fotoğraf bölümü Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi’nde - inanması zor ama- 1978’de açılmıştır. 

Bütün bunların sonucunda, dünya çapında iddiaya ve görünürlüğe sahip Türkiyeli fotoğrafçıların sayısı çok az. Öte yanda, teknoloji kısıtlı olduğunda, özellikle sanat alanında bireyler belki de sınırlı teknik olanakların etkisiyle daha kavramsal, daha politik, daha şiirsel çalışmak zorunda kalıyorlar. Bu eğilimi özellikle internet çağında doğan genç kuşak fotoğrafçılarda görmek mümkün. 

Yerel sanat kurumları da, tüm dünyadaki eğilime koşut olarak, geçmişe oranla fotoğrafa daha fazla yer veriyor. Bu çorak ortamda; kitap dizimiz, İstanbul Modern içindeki fotoğraf galerisi, müzenin kendi fotoğraf koleksiyonu ve şu anda altyapı çalışmaları süren Bülent Eczacıbaşı Vakfı Fotoğraf Araştırma Merkezi (BEVFAM) çok önemli hizmetler.

“Gülnur, tüm nitelikleriyle fotoğrafçılık açısından sembol kişilik.”

Gülnur Sözmen’le tanışıklığınız çok eskiye dayanıyor, şimdi de bu kitap için birlikte çalıştınız. Bir fotoğrafçı olarak en çok hangi yönü sizi etkiliyor? Gülnur Sözmen’in, Türkiye fotoğraf tarihindeki yerini nasıl tanımlarsınız?

Kitap için bir araya gelmemiz ikimizi de çok mutlu etti, zira uzun zaman önce çalışmalarına son vermiş olan Profesyonel Tanıtım Fotoğrafçıları Derneği (PTFD) çatısı altında, 90’lı yıllarda karşılaşıyor, birlikte ortak ülküler için çalışıyorduk. 

Her şeyden önce, Gülnur Sözmen’in diziye dahil olması, yukarıda söz ettiğim niteliklere sahip olduğunu zaten gösteriyor: Türkiye fotoğrafçılık tarihinde öne çıkan, belirleyici, ilham verici, çığır açıcı, özgün çalışmalar ortaya koyan bir yıldız. 

Bana kalırsa, endüstriyel fotoğraf alanında gelmiş geçmiş en önemli, en deneyimli ve en belirgin üsluba sahip fotoğrafçılardan biri. Hatta 90’larda bu alanda alternatifsizdi.

Üstelik, tanıtım fotoğrafçılığının bu en külfetli alanında kadın olmasının önüne koyduğu ciddi toplumsal engellere ve kimsenin çırağı olmamasına rağmen, tümüyle kendi çabasıyla özgün ve yüksek estetiğe sahip işler üretti. Bu tutkulu ve yılmaz tutumunu, daha sonra zor coğrafyalarda gerçekleştirdiği seyahat fotoğraflarında da ortaya koydu. 

Gülnur, mesleki örgütlenme ve telif hakları alanlarında önemli adımlar atılmasına da vesile olmuştur. Tüm bu nitelikleriyle o, bir sembol kişilik. Külliyatı ayrıca Türkiye’nin endüstri tarihine de ışık tutuyor. Yani, tanıtım fotoğrafçısı olarak görünmesine rağmen özünde bir belgeselcidir. 

Gülnur Sözmen’in kadrajında sanayi, nasıl bir görsel anlatıya dönüşüyor ve klasik sanayi fotoğrafçılığından nasıl farklılaşıyor? 

Kitap görüşmeleri sırasında, Gülnur’un işlerine baktıkça zihnimde “Homo Faber” sözü belirdi. Üretim yapan, yoktan var eden, üretim araçlarını da üreten insan anlamındaki bu kavram, meğer onun dünyasında zaten yer alıyormuş ve hatta bir sergisine bu adı vermiş. 

Gülnur’u özellikle heyecanlandıran noktanın bu olduğunu düşünüyorum. Yani “boyundan büyük işler yapan” insanların özne olduğu, onların yüceldiği, parladığı kareler... 

Sanayi tesislerinde tekrar eden formların oluşturduğu geometri ve ritimler; ışık huzmeleri, buhar, kıvılcım yağmurları, anıtsal yapılarıyla dev makineler ve diğer sıra dışı, etkileyici unsurlar, fotoğrafçılar için birer estetik fırsat anlamına gelir. 

Gülnur, bu estetiği sezgi ve öngörüleriyle, makineyi değil insanı öykünün merkezine koyarak tasarlıyor. İşini şansa bırakmıyor. Hiç hissettirmeden ışık yapıyor, teknik olanakları uç noktalarda kullanıyor ama bunu yaparken fotoğrafı yapaylaştırmıyor. 

Kitap için Gülnur Sözmen’in arşivinden onu temsil edecek fotoğrafları seçerken, sizin için önemli olan neydi? Seçki nasıl bir süreçte damıtılıyor? 

Gülnur’u ve kariyerinin evrimini temsil eden, onu tek bir kitabın içinde özetleyecek sadece birkaç yüz fotoğraf seçmek ve bu fotoğrafları belli bir senaryoya göre sıralamak gerekiyor. Bu hiç kolay bir iş değil. 

Külliyatını kavramak ve niyetlerini içselleştirmek bu işin ön koşuluydu. Ancak bu şekilde seçim kriterleri oluşabiliyordu. Defalarca buluşarak, günler ve saatler boyunca ekran karşısında ya da ışıklı masa üzerinde, büyüteçle tek tek binlerce fotoğrafa bakıp, aşama aşama eleyerek ilerledik. Kullanılacak her kareyi, deyim yerindeyse cımbızla seçerek sayıyı azalttık. Sonuçta 50 yıldan uzun bir zamanı kapsayan bir arşivden söz ediyoruz. 

Bu süreçte, fotoğrafçı ile editör arasındaki bakış açısı farkı da çok net biçimde ortaya çıkıyor doğrusu. Örneğin, benim kitaba dahil etmek istediğim birçok kareyi, Gülnur gereksiz hatta sıradan buldu. Kendisi bu kareleri, engin deneyimi ve zaman içinde geliştirdiği refleksleri sayesinde o kadar kolaylıkla, adeta elinin tersiyle meydana getirmiş ki, neden beğendiğimi anlayamıyordu. 

Elbette, onun da eğer ben seçmezsem tepki gösterdiği ve “olmazsa olmaz” dediği, klasikleşmiş kareler seçkiye girdi. Aylar süren ilk elemeden sonra epey daraltılmış bir seçkiyi Bülent Erkmen’e aktardık. Son elemeyi ve sıralamayı O yaptı. Adeta mekânı sayfalar olan bir sergi tasarladı. Bu aşamada da tekrar tekrar teyitleşmeler yapıldı.

Ortaya çıkan kitabın herkesin içine sinmesi şarttı. Nitekim, öncekiler gibi bu defa da öyle oldu.